Takipçiler

11 Ağustos 2013 Pazar

Afrika'da Bayram Sofrası!

Bayrama bir gün kala, Afrika'da iki başımıza bayram sabahı ne yapacağız düşüncelerine çoktan dalıp gitmiştim. Burada, değil tanıdık yüzler olması, bayramdan bile bihaber bir topluluğun içinde bizi nasıl bir gün bekliyor diye düşünmeden edemiyordum. Unutmuşum, hayat her zaman taze heyecanlar sunuyor insana. Unutturmuyor kendini, köşe başında birden çıkıveriyor karşına. Her zaman, tam zamanında! 

Bizim köşe başımız bayram sabahıydı. Heyecandan uyuyamadım o sabah. Buğra bayram namazına gittikten sonra kalktım. Buğra'nın anlattığına göre camide bayram namazını kıldıran imam, dillere destan bayrama özel bir cübbe giymiş. Cami oldukça kalabalık ve hareketliymiş. Buğra geldiğinde, havuz kenarında bir bayram kahvaltısı yaptık. Hava çok güzeldi, güneş alabildiğine parlak. Kahvaltıdan sonra, daha önce bizi evinde bir iftar yemeği ile ağırlayan Sri Lanka'lı bir ailenin davet telefonu ile heyecanlandık. İftar yemeği o kadar keyifli ve sıcak geçmişti ki, bir yandan o aileyi tekrar görmeyi istiyordum, bir yandan da o gün için yaptığımız gezme planını düşünüyordum. Derken evet dedik, geliyoruz! 

 

Öğleden sonra takıldık Tarık ve Zehra'nın peşine.Tarık ve Zehra, 15 yıl önce Sri Lanka'dan buraya göç etmişler. 14 yaşında bir kız ile 2 yaşında bir erkek çocukları var. Ailenin tüm bireyleri çok güler yüzlü, misafirperver ve sıcacık insanlar. Bizi Hint mutfağı ve muhteşem baharatları ile tanıştırdılar:) İşte şimdi de onların buradaki aile dostlarının evine bayram yemeğine gidiyorduk. Heyecanım doruktaydı.


Müstakil bir evin bahçesinden içeri giriyoruz. Bizi en az Tarık ve Zehra kadar sıcak iki aile karşılıyor. Bahçede kocaman bir masa, sofra hazır. İnsanların sıcacık hali anında bizi çepeçevre sarıyor ve kendimizi aralarında buluyoruz. Ortamın bana yaşattığı duyguları hangi kelimelerle tarif edeceğimi çok düşündüm yazıya başlarken. Zihnimden geçen hiç bir cümle tam olarak hislerimi yansıtmıyor ne yazık ki. Fakat, hislerime en yakın anlatım şu olurdu sanırım; kabul ve dahil edici halleri, insanı bir anda kuşatıyor ve bambaşka bir kültüre sahip olmanıza rağmen aralarına karışıp gidiyorsunuz. Oldukça eğlenceli bir sohbet ortamları var. Gülüyor, şakalaşıyorlar. Stres ve koşturmaca yok en önemlisi bu. Ayrıca aralarına ilk defa katılmamıza rağmen biz varız diye farklı davranmıyorlar. Oldukları gibiler, işte tam da bu nedenle kendimizi hiç de misafir gibi hissetmedik. Neşeleri ve doğallıkları zamanı hızlandırıyor. Zira, vaktin nasıl geçtiğini hiç anlamadık.

Yemeklere gelince, masadaki herşeyin tadına baktım. Keskin ve alışık olmadığımız baharatlar bizi biraz afallatsa da bir süre sonra tabağımızdaki herşeyi silip süpürdük. Et pişirmek mi, işte o işten çok iyi anlıyorlar! Yemeye çok düşkünler, her türlü şeyi yalnızca ellerini kullanarak yiyorlar. Fakat o işin bir tekniği var, öyle her babayiğidin harcı değil yani.  Masada tek çatal kaşık kullanan bizdik:) Yemeğin arkasından çay servisine geçildi. Bize beyaz çay mı siyah çay mı diye sordular. Beyaz çay sütlü oluyormuş. Ancak çaya sonradan süt ekleyerek yapılmıyor. Hazırlanışını gördüm, kocaman bir tencerede önce sütü kaynatıyorlar. Sonra içine bildiğimiz siyah çay atıp biraz demlenmesini bekliyorlar. Çay rengini verdikten sonra bir süzgeç ile süzüp servis çaydanlığına aktarıyorlar. Siyah çayla araları yok, bizim için iki fincan demlediler ne olur ne olmaz diye:) 
 



Çayın arkasından tatlı servisi başladı. Çeşit çeşit tatlı. Ancak o kısımda kendileri de kabul ediyorlar ki pek başarılı değiller. Hepsinin dilinde baklava:) Türkiye'yi anıyoruz hep birlikte. İçlerinden bazıları Türkiye'de bulunmuş. Anılarını anlatıyorlar, yüzümüzde gururlu bir tebessüm ile onları dinliyoruz... 






       
Gün bitti. Hem ruhlarımız, hem bedenlerimiz doymuştu. Bu bayram, farklı bir kültürün sofrasına konuk olduk. Hayatımda hiç unutamayacağım bir bayram günü geçirdim. Eve geldiğimde içim sıcacıktı, huzur doluydum. Sabah ailelerimizden ve sevdiklerimizden ayrı oluşumuzun burukluğu, bir nebze olsun dinmişti. O bayram sofrası, Allah'ın bizim için hazırladığı bir izzet-i ikram değildi de neydi... Geriye bayramın diğer günlerinin tadını çıkarmak kalmıştı. Biz bu bayram, hem sevdiklerimizi çok özledik, hem çocuklar gibi şendik! 

Merve G. 
Gaborone







30 Temmuz 2013 Salı

Gülümseyen Fotoğraflar

Bilgiye ve başkalarının yaşadığı hayata ulaşmanın kolaylığı bizleri gün geçtikçe daha kısır bir bakış açısına itiyor sanki. Blog sitelerinin, sosyal medya araçlarının, insanların kendi yaşamlarına ait deneyimlerini gerek yazıyla gerek fotoğrafla paylaştığı her türlü alanın hayatlarımıza nasıl ince ince işlediğini hayretle izliyorum. 
Üretmek ve ürettiğini paylaşmak kadar güzel ne var şu dünyada. İnsana kendini değerli hissettiyor. Hele de son zamanlarda en büyük ihtiyacımız buyken. Yalnız, tüm bu araçları kullanırken, kendimizi yalnızca ortaya koyduğumuz ürün kadar anlaşılabilir yaptığımızın farkına yeni vardım. 

Artık başkalarının hayatlarını takip ederken yalnızca gördüğümüz somut cümle ve fotoğraflar kadar düşünebiliyoruz. Daha sıklıkla keyifli anların ve mutlulukların paylaşılması, o insanın inanılmaz bir rahat içerisinde, hayatını her an mutlu mesut yaşadığı izlenimi veriyor. 
Bilmem ki, hepimiz, paylaştığımız kadar mutluluk dolu muyuz?
Bilmem ki, en yakınlarımız bile bizi yalnızca gördüğü cümleler, fotoğraflar kadar mı bilmeye başlıyor?



Bu mu insanlarla aramızı açıp, bizi birbirimizden her geçen gün biraz daha uzaklaştırıyor. Neticede insanları ve toplulukları birleştiren en büyük şeylerden biri de zorluklar ve acılar değil midir bir yerde. Hepimiz hayatta bir şeylerin acısını çekerken, sürekli mutluluk pozları veriyoruz. Zorluklarımızı macera gibi anlatıyoruz(!).
Belki de işte tam da bu nedenle, birbirimize karşı daha acımasız daha tahammülsüzüz. Artık birbirimizin zorluklarına daha az tanık oluyoruz. Kendimizi de bu tanıklık konusunda daha az sorumlu hissediyoruz. Gördüğümüz kadarını biliyor, ona inanıyor, ötesini bilmek gayretine hiç girmiyoruz. Acılarımızı ayrı ayrı çekiyoruz. 



Mecburi yalnızlık ve yalıtılmışlığın insanı daha kırılgan yaptığını deneyimledim burada. Öyle ya, her yeni şey bir macera olduğu kadar, zorluk da barındırıyor içinde. Bunu kaçırdık mı ne?  Hayat hep gülümsediğimiz fotoğraflardan ibaret değil ya. Peki ne kadar yürekliyiz bugün yokluklarımızı paylaşmak konusunda?
Bir de daha önce de bir yerlerde yazdığım gibi, bu beklenmedik eve dönme arzusunu nereye saklayacağız şimdi?
Merve G. 
Gaborone

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Yaz&Kış

Ne beklediğin, mutluluğunun veya mutsuzluğunun temelini oluşturur. 

Her ne kadar yalnızca Buğra ile birlikte olma beklentisi ile geldiğimi düşünsem de, ülke ve yaşam koşulları ile ilgili kafamda bazı şemalar , üzerinde hiç düşünmeyi bile akıl edemediğim kesin beklentiler oluşturduğumu buraya geldiğimde fark ettim. İşte bu da ilk şoku getirdi. Üstüne üstlük, hazırlıksız yakalanmışlık. 

Bütün kışı,  çalışıp çabalayarak, yorularak ve uzun yaz günleri ile ılık rüzgarları hayal ederek geçirdikten sonra, tam da buna en yakın olduğun zamanda güney yarım kürenin en ucuna giderken, orada kış mevsiminin tam da ortasına düşmeyeceğini kim söyledi sana! Resmen bu gerçekten deli gibi kaçmıştım. Afrika'da havanın sıcak, mevsimin yaz olduğuna  nasıl kendimi inandırdıysam, ilk şoku gece hava sıcaklığı 1 dereceye kadar düştüğünde geçirdim. Çocuklar okula gidiyor, insanlar biz kışın nasıl bot, kazak giyiyorsak kendilerince mevsime uygun giyiniyorlardı. Benimse bavulumda, yazlık uçuşan elbiseler, babetler hatta sandaletler... Yün eldiven takanı da gördüm, uzun çizme giyeni de. Berelerden hiç bahsetmeyeceğim. Temmuz ayındayız dedim içimden, biz Temmuz ayındayız, insanlar bere takıyor. Onlarda bir Aralık, bir Ocak havası. 


Neyse ki, gündüz sıcaklığı yaklaşık 23-24 dereceyi buluyor. Gölgede üşümekle birlikte, güneşte neredeyse bronzlaşabilecek kadar ısınıyor insan. Dolayısıyla bence yine de bere takılmaz. Görebildikleri en soğuk hava bu olduğu için sanırım ilk fırsatta kışlık ne kadar malzeme varsa kullanıyorlar. Buradaki 24 derecede yün eldiven giymiş, bere takmış insanları Ankara'nın karlı günlerinde hayal ediyorum da, gülümsüyorum biraz. Yoo, kış ama hava sıcak. Züğürt tesellisi 1. Gölgeden kaçtığın sürece yaz mevsimindesin. Hayır, neredeyse iki hafta boyunca, nasıl olur dedim. Nasıl olur da ülkemin o çok beklediğim yazını kaçırırım. Uzun gündüzler en büyük enerji kaynağım. Koca bir kış boyunca her arkadaş muhabbetinde "yaz gelsin uzun uzun otururuz, gündüzler uzayacak, hava neredeyse 9'da kararacak, balkon sezonunu açıyoruz.." gibi cümleler kurduk. Gel gör ki, Haziran ayının 23'ünde, yola düşüp güney yarım küreye geçtik. İkinci büyük şok, hava burada 17.30'da kararıyor. Ankara ise bu arada en uzun gündüzlerini yaşıyor. Akşam saat 8 olduğunda beni alıyor bir uyku hali, sanki gece yarısı olmuş. Kafamda sürekli; "Ankara'da şimdi hava apaydınlık, Ankara'da şimdi hava bilmem kaç derece, Ankara'da şimdi..." Zaman zaman bunu düşünüp sinirlendiğim bile oldu. Ramazan ile birlikte havanın erken kararmasına hızlıca alıştım:) 







Dedim ya, ne beklediğin mutluluğunun veya mutsuzluğunun temelini oluşturur. Afrika'dan Temmuz ayında Türkiye'nin yaz mevsimi performansını beklersen, vay haline. Yok ben üzerime şalımı alıp, evin önündeki küçücük havuzun yanında, güneşte bir sandalyeye geçeyim, hafif hafif esen rüzgarda, yalnızca kuşların sesinin duyulduğu bir yerde, herşeyden çok uzak, kitap okuyup, düşüneyim, ruhumun her zerresine bir yenilenme fırsatı vereyim diyorsan, mutluluk tam da karşında! 

Merve G.
Gaborone