Takipçiler

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Önün, arkan, sağın, solun; ilham!


Ne yaşarsan onu ilham kaynağına dönüştürebilir misin?

Sızlanmadan, kabulkar bir duruşla; her ne olmaktaysa o anda, şimdi tüm o olanların senin için anlamı ne? Neden şimdi gerçekleşiyor? Sana ne söylemek istiyor? Herşey bittiğinde hangi sivri yanın törpülenmiş olacak? Neye yarayacak, neyi değiştirecek, neyi geliştirecek? Sorularını sorabilir misin?

Tamam kabul ediyorum. Başının üzerinde isli bir hava varken, soluduğun oksijenin bile içine sanki başka şeyler karıştırılmış gibi her nefesinde boğazında bir batma hissi oluşuyorken, ya da geceleri uykuların derin sulardan sığ kıyılara doğru gelmekteyken, öyle durupta, efendim şimdi bu bana ne katacak diye düşünmek öyle kolay iş değil. Zaten bu ilham da, kolay lokma değil.

İlham bugüne kadar öğrendiğin o masalsı sıfatlarıyla karşında değil bu defa. Yakıcı, kavurucu, sorgulayıcı ve sorgulatıcı bir kimlikle gelmiş, tam karşında duruyor. Bul beni diyor, çıkar beni, işle ve dönüştür beni.

Hırslı mısın,  mükemmeliyetçi mi, kıyaslamacı mı? Kendine karşı acımasız mısın ya da başkalarına karşı? En iyisi benim fikrimci misin, nereye çekseler oraya giderimci mi? Öfkeli misin mesela, sahip olamadıklarına karşı, insanlara karşı, yaşadığın hayata karşı?
Şimdi sen hangi yanını alıp, neye dönüştüreceksin? Yaşadığın hangi şey senin ilham kaynağın bu defa?

Merve G.
İstanbul


25 Eylül 2013 Çarşamba

Uykusuz Geceler

Uykusuz gecelerin çaresi yazmak. 

Nedendir bilinmez son günlerde geceleri uykuya dalmakta güçlük çekiyorum. Freud bunu günlük hayatla bağı koparmakta zorlanmak olarak  tanımlıyor. Ben dönüşümüze bu denli az kala, bu duruma bir tanım getirip işi daha da zorlaştırmak istemiyorum. Bazen basit çerçeveler, basit anlam yüklemeler, insanı kurtarabiliyor. Uykusuzluk işte, uyuyamıyorsan üret. Mesela uzun zamandır ihmal ettiğin blog sitene yaz. 

Dönüşümüze yaklaşık iki hafta kadar bir süre kaldı. Zaman yine küçük anlara odaklandığında hiç geçmezken, büyük tabloya baktığında insan idrakının dışında bir hızla seyrediyor. Bu ikisi arasında duygu karmaşası yaşarken, bir yandan da kalan son vakti olabildiğince verimli değerlendirmeye gayret ediyorum. Ama ne çare. Zihnim olabildiğince büyük bir kaçış halinde. İstiyor ki sürekli gidişi düşünsün, sonrası için planlar yapsın. Bir insanın senelik ortalama yıllık izin süresi kadar bir sürem var; kitap okuyabileceğim, dinlenebileceğim, kendime ve ilgilerime vakit ayırabileceğim ancak ben zihnimle savaşıyorum. İnanılır gibi değil. Zihnim nasıl olur da bu koskoca 2 haftayı atlayarak yalnızca sonrasına bu kadar takılabilir? Bugünü yaşamazsam, yarın nasıl gelebilir? 
Yaşamayı ertelediğimiz her şey, bir gün hiç ummadığımız bir köşe başında karşımıza dikiliveriyor. Yaslarımız, üzüntülerimiz, kaygılarımız. Bunları bıraktığımız gibi, aynı duygu yükü ile buluyoruz çoğunlukla. Yaşamayı ertlediğimiz mutluluklarımızı ise tarihi geçmiş, bayatlamış, nahoş bir halde buluyoruz, ona eşlik eden bir pişmanlık duygusuyla birlikte. Zamanında sofraya koymadığın her mutluluk, çürüyor. 

 
Şimdi hesabını görelim desek, nice yara var belki sarılacak. Çektikçe arkası gelecek. İnsan biraz da belki bunu ince ince hissettiğinden hiç oralı olmuyor. Sonra diyor, şimdi buna vakit yok. Şimdi sırası değil. Yarın bakarız. Her geçen gün, büyüyor o geçmiş. Hesap şişiyor.  



Bir an, herşey dursa, tüm koşturmaca ve telaş. Ana odaklansak, yaşamamız gereken şeyi ertelemesek, neyi yaşardık acaba? 
Sonra bir an, sarmaya kalksak yaralarımızı. Hangisinden başlardık önce?

Merve G.
Gaborone 


11 Ağustos 2013 Pazar

Afrika'da Bayram Sofrası!

Bayrama bir gün kala, Afrika'da iki başımıza bayram sabahı ne yapacağız düşüncelerine çoktan dalıp gitmiştim. Burada, değil tanıdık yüzler olması, bayramdan bile bihaber bir topluluğun içinde bizi nasıl bir gün bekliyor diye düşünmeden edemiyordum. Unutmuşum, hayat her zaman taze heyecanlar sunuyor insana. Unutturmuyor kendini, köşe başında birden çıkıveriyor karşına. Her zaman, tam zamanında! 

Bizim köşe başımız bayram sabahıydı. Heyecandan uyuyamadım o sabah. Buğra bayram namazına gittikten sonra kalktım. Buğra'nın anlattığına göre camide bayram namazını kıldıran imam, dillere destan bayrama özel bir cübbe giymiş. Cami oldukça kalabalık ve hareketliymiş. Buğra geldiğinde, havuz kenarında bir bayram kahvaltısı yaptık. Hava çok güzeldi, güneş alabildiğine parlak. Kahvaltıdan sonra, daha önce bizi evinde bir iftar yemeği ile ağırlayan Sri Lanka'lı bir ailenin davet telefonu ile heyecanlandık. İftar yemeği o kadar keyifli ve sıcak geçmişti ki, bir yandan o aileyi tekrar görmeyi istiyordum, bir yandan da o gün için yaptığımız gezme planını düşünüyordum. Derken evet dedik, geliyoruz! 

 

Öğleden sonra takıldık Tarık ve Zehra'nın peşine.Tarık ve Zehra, 15 yıl önce Sri Lanka'dan buraya göç etmişler. 14 yaşında bir kız ile 2 yaşında bir erkek çocukları var. Ailenin tüm bireyleri çok güler yüzlü, misafirperver ve sıcacık insanlar. Bizi Hint mutfağı ve muhteşem baharatları ile tanıştırdılar:) İşte şimdi de onların buradaki aile dostlarının evine bayram yemeğine gidiyorduk. Heyecanım doruktaydı.


Müstakil bir evin bahçesinden içeri giriyoruz. Bizi en az Tarık ve Zehra kadar sıcak iki aile karşılıyor. Bahçede kocaman bir masa, sofra hazır. İnsanların sıcacık hali anında bizi çepeçevre sarıyor ve kendimizi aralarında buluyoruz. Ortamın bana yaşattığı duyguları hangi kelimelerle tarif edeceğimi çok düşündüm yazıya başlarken. Zihnimden geçen hiç bir cümle tam olarak hislerimi yansıtmıyor ne yazık ki. Fakat, hislerime en yakın anlatım şu olurdu sanırım; kabul ve dahil edici halleri, insanı bir anda kuşatıyor ve bambaşka bir kültüre sahip olmanıza rağmen aralarına karışıp gidiyorsunuz. Oldukça eğlenceli bir sohbet ortamları var. Gülüyor, şakalaşıyorlar. Stres ve koşturmaca yok en önemlisi bu. Ayrıca aralarına ilk defa katılmamıza rağmen biz varız diye farklı davranmıyorlar. Oldukları gibiler, işte tam da bu nedenle kendimizi hiç de misafir gibi hissetmedik. Neşeleri ve doğallıkları zamanı hızlandırıyor. Zira, vaktin nasıl geçtiğini hiç anlamadık.

Yemeklere gelince, masadaki herşeyin tadına baktım. Keskin ve alışık olmadığımız baharatlar bizi biraz afallatsa da bir süre sonra tabağımızdaki herşeyi silip süpürdük. Et pişirmek mi, işte o işten çok iyi anlıyorlar! Yemeye çok düşkünler, her türlü şeyi yalnızca ellerini kullanarak yiyorlar. Fakat o işin bir tekniği var, öyle her babayiğidin harcı değil yani.  Masada tek çatal kaşık kullanan bizdik:) Yemeğin arkasından çay servisine geçildi. Bize beyaz çay mı siyah çay mı diye sordular. Beyaz çay sütlü oluyormuş. Ancak çaya sonradan süt ekleyerek yapılmıyor. Hazırlanışını gördüm, kocaman bir tencerede önce sütü kaynatıyorlar. Sonra içine bildiğimiz siyah çay atıp biraz demlenmesini bekliyorlar. Çay rengini verdikten sonra bir süzgeç ile süzüp servis çaydanlığına aktarıyorlar. Siyah çayla araları yok, bizim için iki fincan demlediler ne olur ne olmaz diye:) 
 



Çayın arkasından tatlı servisi başladı. Çeşit çeşit tatlı. Ancak o kısımda kendileri de kabul ediyorlar ki pek başarılı değiller. Hepsinin dilinde baklava:) Türkiye'yi anıyoruz hep birlikte. İçlerinden bazıları Türkiye'de bulunmuş. Anılarını anlatıyorlar, yüzümüzde gururlu bir tebessüm ile onları dinliyoruz... 






       
Gün bitti. Hem ruhlarımız, hem bedenlerimiz doymuştu. Bu bayram, farklı bir kültürün sofrasına konuk olduk. Hayatımda hiç unutamayacağım bir bayram günü geçirdim. Eve geldiğimde içim sıcacıktı, huzur doluydum. Sabah ailelerimizden ve sevdiklerimizden ayrı oluşumuzun burukluğu, bir nebze olsun dinmişti. O bayram sofrası, Allah'ın bizim için hazırladığı bir izzet-i ikram değildi de neydi... Geriye bayramın diğer günlerinin tadını çıkarmak kalmıştı. Biz bu bayram, hem sevdiklerimizi çok özledik, hem çocuklar gibi şendik! 

Merve G. 
Gaborone